7 Mayıs 2010 Cuma

Döndük..

Düşündüğümüz gibi Ankara'da iki gece kaldıktan ve oradaki diğer akrabaları ziyaret ettikten sonra Antakya'ya geçtik. Antakya'da da 5 gece kaldık ve yine Ankara aktarmalı olarak yapacağımız dönüş yoluna koyulduk. Hesaba göre cuma akşam Ankara'da olacak, Cumartesi sabahta İstanbul'a doğru yola çıkacak, o gece dinlenip Pazar Ada Defne kuşumuzun ilk doğum gününde yerimizi alacaktık. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Ankara sınırlarından girdiğimizde Ayazımın ateşlendiğini fark ettik. O geceyi hepimiz yüreklerimiz ağzımızda ben de oğlumun başında ateş ölçerek geçirdik. Sürekli doktoru ile konuştuk. Bizi ne kadar rahatlatsa da ilk ateş işte yüreğimizi yaktı. Sabah ateşi biraz düştü. İyi gibi olunca, yola çıkalım, evimizde olalım istedik. Akşam 19:30 gibi evimize vardık. Bu sırada düşük giden ateş yine tavan yaptı. Neticede ben işe başlayamadım. Şimdi oğlum çok iyi şükür. 6. hastalıktan muzdaripmiş meğer kendisi. Artık tamamen iyileşti. Rutinimize de döndük. Ayrıntılar sonraki postta..

Bu yazıya link vermem lazım..

Bayıldım bayıldım.. Özgüranne'nin yazdığı bu yazı hislerime tercüman oldu Kutsal Olmak İstemiyorum

21 Nisan 2010 Çarşamba

Ankara aktarmalı Antakya yolcusu kalmasınnn..

Yarın öğlen saatlerinde arabamızla bebişimizle, bebişimizin babaannesi ve dedesiyle ilk uzunnn yolculuğumuza çıkıyoruz bir önceki postta da bahsettiğim gibi. Tahminen iki gece Ankara'da kocacığımın halasında kalıp orada Pamir bebeği yiyip bitirdikten sonra cumartesi sabah da dedeyi Ankara'da bırakıp yolculuğun ikinci kısmına geçeceğiz. Düzen bozulacak, rutin bozulacak ama kalacağımız yerlerde mümkün olduğunca sadık kalacağım rutine hem oğlumun hem de kendi iyiliğim için.

Bavul hazırlamaya ancak dün başlayabildim. Ayaz Paşazade'ye bir adet koca bavul ayırdıktan sonra baba ve anneye ancak beraber kullanabilecekleri bir minik bavul kaldı. Hayatta nadir olan takıntılarımdan biri kendime illa tek/ayrı bir bavul hazırlamaktır. Böyle içime oturuyor şimdi. Ama napalım, 3 tane yapıp da babasının gözünü korkutmayalım.

Hava durumu netameli olduğundan, Antakya buradan sıcak olduğundan, yine de ne olacağı belli olmadığından, oğlum bir moda ikonu olduğundan neyi var neyi yoksa iser ince olsun ister kalın hepsini aldım gitti :) Yok arabasıydı yok ana kucağıydı, park yatağıydı(bilemiyorum götürsem mi, oğlumla uyumak da cazip gelebilir ama al sana bir yanlış alışkanlık daha)..

Not: Gitmeden yazmaya başladım ama yayınlayamadım.. Şimdi Antakyadayız.. Geleceğiz..

Bugün..

Bugün işe gitmek için kapıdan çıkarken bebeğim ilk kez ağladı.. Aslında ağlamak da değil de mızmızlandı, bağırdı demek daha doğru.. Babası beni bekliyordu, ben her zamanki gibi unuttuğum son birşeyi almak için içeri gitmiştim, sesini duydum, herhalde babası sıkıştırıyor, kapıdayız diye ağlıyor olamaz dedim. Ama gördüm ki öyle değilmiş. İçim gitti ama yine de her zamanki gibi güler yüzle gittim onu öptüm, her gün tekrarladığım aynı cümleyi söyledim ve bay bay yapıp çıktım. Doğru davrandığımı düşünüyorum.

Dün sabah rutin kontrol için doktora gideceğimizden çıkarken onu da aldık tabii ve çok mutluydu. Bugün de aynısını beklemiş olabilir. Beni asıl endişelendiren (aynı zamanda sevindiren) yarın öğlen çıkıp oğlumuzu da alıp ilk uzun yolculuğumuza çıkacak olmamız ve önümüzdeki 10 gün beraber olacak olmamız. Tam da işe giderken bu tepkiyi veridiğinde, işe gitmememe iyice alışırsa, tatil dönüşünden korkuyorum. Bir yandan da secret yapıp ilk günden beri düşündüğüm gibi asla bu sorunu yaşamayacağımıza inanmak istiyorum..

19 Nisan 2010 Pazartesi

Ek Gıda III (Neler Yedi Oğlum Bu Arada)

Uzun zamandır yazamadım. Aslında bir yandan yazmayı çok istiyorum bir yandansa elim varmıyor. Kırarız şeytanın bacağını umarım bu yazıyla..
Gelelim Ek gıda serimizin devamına.. Çok da vakit olmamasına rağmen geriye dönüp baktığımda ne kadar boşa endişelenmişim diyorum..

Muhallebi ile serüvenimiz altıncı ayın sonlarına kadar sürdü, arada muhallebi yerine hazır mamalardan sütlü pirinçli/ yulaflı vb. değişik alternatifler de denedik.

Altıncı ay bitmeden ek olarak öğlenleri sebze çorbasına başladık. Bizimkine daha çok sebze püresi de denilebilir. Çünkü Ayaz biraz katı ve pütürlü yemeyi seviyor. Sebze püresini de öğlen vermeye başladık. Bu arada emzirme saatlerimi hiç değiştirmedim. Yeni eklenenleri daha çok araya eklemeye çalıştım. Örneğin normalde öğlen 12:30 gibi emziriyordum buna devam ettim ama 14:00 gibi de sebze püresini verdik. Sonra 16:30 emzirme seansı kendiliğinden 17:00 ye kaydı ki bu da daha iyi oldu. Yetiştim/ yetişemedim, acıktı mı acaba derdinden kurtuldum. Şimdi eve gidip önce seviyorum, öpüyorum, sonra emziriyorum.

Sebze Çorbası/ Püresi:

  • Başlangıç malzemeleri bir tatlı kaşığı kadar pirinç, bir havuç, bir ufak patates ve bir tatlı kaşığı zeytinyağı.
  • Bir hafta sonra ek sebzeler koyulabilir. Bunları da ikili üçlü kombinasyonlar şeklinde koydum ve yeni bir sebze eklemek için üç gün bekledim. Böylece hem çok bulamaç olmasını engelledim hem de eklenen sebzenin rahatsız edip etmediğini kontrol altında tutabildim.
  • Ancak her çorbada patates, havuç, pirinç ve z.yağı sabit. Bunlara ek geliyor sacede.
  • İyice piştikten sonra blenderdan geçirdim, ancak pütürlü bıraktım.
  • Kombinasyonlara örnekler; sabitler + enginar, sabitler + kabak, sabitler + taze fasulye, sabitler + enginar + kabak, sabitler + enginar + semizotu, sabitler + kabak + ıspanak vb.
  • Özellikle pirinç, havuç ve patatesi organik almaya çalıştım. Diğer sebzeleri organik bulabildiğim zaman aldım ve çorbaya ekledim. Bazen de evde olan mevsim sebzelerinden ekledim.
  • Bir ara organik patates bulamayıp onun yerine yer elması koydum.
  • Yedinci aydan sonra bir misket köfte büyüklüğünde kırmızı et yada beyaz et eklemek gerekiyor.
  • Yine yedinci aydan sonra pirinç yerine ince bulgur/ irmik/ kırmızı mercimek koyulabilir.

30 Mart 2010 Salı

Medya Çağında Çocuk Yetiştirmek

Bugün bir konuk yazarı var blogumuzun. Canım arkadaşım Pınar(Ayaz'ın Doruk Abisinin annesi oluyor aynı zamanda) "Medya Çağında Çocuk Yetiştirmek" seminerinden notlarını yazıp göndermişti. Ben de onun da izniyle burada yayınlamak istedim.

Herkese iyi haftalar,
Pazar günü Medya Çağında Çocuk Yetiştirmek konulu seminere katıldım.
Bizim sınıftan kimseyi göremediğim için öğrendiğim bilgileri sizlerle de paylaşmak istedim.
Aslında dolu dolu 2 saat anlattı konuşmacılar ve oldukça önemli ve faydalı bilgiler verdiler, ancak ben hatırladığım kadarıyla önemli maddeleri aşağıda özetlemeye çalışacağım.

Marmara Ünv.İletişim Fakültesi-Prof.Dr.Nurçay Türkoğlu

Özellike medya okuryazarlığı kavramı üzerinde durdu. Amerika’da bu konu okullarda ders olarak okutulmaya başlamış. Bizde de sanırım İletişim fakulterilerinde okutuluyormuş.
İşin özeti eğer çocuklarımızı medyadan özellikle televizyondan %100 uzaklaştıramıyorsak onlara medya okuryazarlığını, yani TV’nin nasıl izlenmesi gerektiğini öğretmemiz ve tabi kendimiz de öğrenmemiz gerekiyormuş. Yani seyrettiklerimizde gerçek-kurguyu, doğru-yanlışı, etik olanı ve olmayanı ayırdedebilme farkındalığını kazanmak ve kazandırmak
Nurçay Hn aynı zamanda bazı istatistiklere dikkat çekti. Türkiye’de eğitim gören insanlar arasındaki kitap okuma oranı %08’miş. Yani okuryazarlar arasında değil, sizin bizim gibi eğitimli insanların okuma oranı bu. Ayrıca Türkiye’de ortamala TV seyretme süresi günde 5 saat iken kitap okuma süresi yılda 6 saatmiş ! (çok dramatik veriler, yalnız okumaktan kasıt sadece kitap okumak mı, bu araştırmaya gazete, vs okuma dahil mi bilemiyorum. Dahilse durum daha da trajik demektir)

Gazeteciler Derneği Başkan Yardımcısı-Turgay Olcayto

Medyanın dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de iktidarın, diğer siyasi güçlerin, güçlü şirketlerin elinde büyük bir güç olması, tarafsızlığının kalmaması, TRT’nin bile tarafsızlığına olan güvenilirliğin kalmaması gibi konulara değindi.

Yazar, Yıldız Teknik Ünv. Öğretim Görevlisi -Feyza Hepçilingiler

Çok keyifli bir konuşma yaptı. Türkçe’nin bozulması üzerinde durdu. Türkçemizin içerisinde bulunduğu çok tehlikeli durumlardan, medyanın bunu nasıl tetiklediğinden çok esprili bir dille bahsetti.
Türkçe’ye yerleşen yabancı sözcüklerden, yanlış deyimlerden, kalıplardan, kısaltmaların yanlış okunmasından, vs bahsetti. ADSL’in neden A-DE-SE-LE diye okunmadığından, eğer yabancı kelimlerin kısaltması için ise o halde BMC’nin niye BE-ME-CE diye okunduğundan dem vurdu ve konuşmasını bence de BE ME CE, bence de A DE LE SE diye çok espirli bir şekilde bitirdi.
Türkçenin bu hale gelmesi ile ileride çocukların kelime dağarcıklarının çok çok daralacağını söyleyip, bunun da kendini ifade etme, iletişim gibi çok önemli durumları yok edeceğini ve şiddet eğilimini artıracağını ifade etti. Feyza Hn’ın OFF adlı ünlü bir kitabı varmış. Ben kitabın adını duymuş gibiyim ama yazarını tanımıyordum. Bu kitabı da hemen edinmeyi planlıyorum.

Bir de yapılan bir araştırmada beynin uyurken bile TV seyrederken olduğundan daha hareketli olduğu saptanmış, yani TV karşısında %100 pasif durumdayız.
Oysa kitap okuma sırasında anlamsız karakterlerden (harfler) anlamlı konular yaratmak, harflerden sözcüklere ve cümlelere ulaşmak, cümleleri önündeki ve arkasındaki cümlelerle ilişkilendirmek gibi farkında olmadan yapılan pek çok aktivite gerçekleştiriyoruz ve bu da beynimizi çok yoğun çalıştırmamızı ve geliştirmemizi sağlıyor.
Okumanın özellilkle çocuklardaki hayal gücüne katkısını ise söylemeye bile gerek yok.

Ayrıca Feyza Hn internet üzerinde de durdu ve buradaki yazışmaların da Türkçe’yi nasıl katlettiğine değindi. (Mrb, slm, vs)

Uzman Pedagog – Feriha Dildar

Aslında bizim için en önemli kısmı da burasıydı herhalde. Benim Feriha Hn’ın anlatıklarından anladığım çocuklarımıza kesinlikle TV seyrettirmemenin en doğrusu olduğu, ama bunu %100 engelleyemeyeceğimize göre bazı şeylere dikkat etmeliymişiz.
En başta çocukları TV karşısında yalnız bırakmamalı, onların yanında olup, onları konuşturmalı ve pasif izleyici olmasınlar diye onları düşündürmeliymişiz. Sence şimdi Caillou ne yapacak, Ben Ten ne hissediyor olabilir, vs gibi sorularla onlara yorum yaptırmalıymışız.
İzlediği program bittiğinde çocuklara net olarak bu programdaki tasvip etmediğimiz durumları söylemeliymişsiz. Örneğin ‘bu hiç gerçekçi değil’, ‘aslında gerçek hayatta Ben Ten diye bir kahraman olamaz’, ‘bu anlatılanlar sadece hayal ürünü’, veya bazı dizilerle ilgili olarak ‘bu durum tamamen ahlak dışı, bizim ailemizde ve etrafımızda böyle insanlar olamaz’, ‘bu çocuğun yaptığı yasalara aykırı, kesinlikle yasak’
gibi net ifadelerle konuyu kapatmalıymışız.

Özellikle dikkat ettiğimiz şiddet içeren çizgi filmlerin dışında Tom ve Jerry gibi masum görünen ama en tehlikelisi olan ‘Sempatikleştirilmiş Şiddet’ konusuna da dikkat etmeliymişiz. Orada kedinin bir silindirin altından geçmesi, fareyinin kafasına balyozla vurması ve sonrasında hiçbirşey olmamış gibi hayatlarına devam etmeleri çocukları bunun normal olduğuna ikna edip, gerçek hayattaki empati, acıma, vs gibi duygularını olumsuz etkiliyormuş.

Ve en önemlisi de Reklamlarmış. Burada falanca deterjanı kullanan annenin çocuğunun sağlığına en çok dikkat eden, filanca margarini kullananın çocuğuğunun beslenmesine en çok özen gösteren, eve eli kolu dolu gelen babanın en iyi baba olarak gösterildiği, dolayısıyla bunu yapmayanların da kötü anne, baba olarak çocuklara işlendiği belirtildi.

Cinsellikle ilgili olarak da çocukların dış etkilerden (tv, internet, vs) yanlış bilgiler öğrenmeden önce mutlaka çocuklarla bu konuları konuşmamız gerektiğini, cinselliğin ayıp ya da yasak değil ama özel olduğunu vurgulamamız ve daima sevgi ve mahremiyet duygularıyla birlikte olması gerektiği bilgisini vermemiz gerektiğini söylediler.

Bu konuda Feriha Hn’ın tavsiye ettiği birkaç kitap var, ama isimleri evde kaldı. Onları da ayrıca bildireceğim.

Sevgiler

Pınar AYKOL (DORUK)

25 Mart 2010 Perşembe

Diş çıkardıkkkkkk!

Dün anneannesi bizdeydi. Öğlen ben de eve geldim, çorbasını yedirdim emzirdim. 1-2 saat sonra telefon geldi. Oğluşumun diş haberi ilk gören şanslı kişi anneannesi tarafından geldi. Şimdi hediyesini bekliyoruzzz..